top of page
  • Writer's pictureSTUDIO EVREN BASBUG

Gallipoli Peninsula Focus Areas


Gallipoli Peninsula Focus Areas

CATEGORY: Competition / Urban Design / Thematic / Nature / Park / Landscape / Building / Culture / Historic Heritage

STATUS: National Invited Competition (Honorable Mention)


AREA (OUTDOORS): 350.000 sqm


TIMETABLE:

Competition: June 2014


DESIGN OFFICE/S

TEGET

Studio Evren Başbuğ Architects


CREDITS:

Architectural Concept:

Mehmet Kütükçüoğlu (Lead Architect / TEGET)

Ertuğ Uçar (Architect / TEGET)

Evren Başbuğ (Architect / Studio Evren Başbuğ Architects)

Umut Başbuğ (Architect / Studio Evren Başbuğ Architects)

Öykü Kocaman (Landscape Architect / TEGET)

Ebru Bingöl (Landscape Architect)

Yeşim Demir (Visual Communication Designer)

Meriç Kara (Designer)

Naci Barış Arı (Visual Communication Designer)


Architectural Design Group:

Mehmet Kütükçüoğlu (Lead Architect / TEGET)

Ertuğ Uçar (Architect / TEGET)

Evren Başbuğ (Architect / Studio Evren Başbuğ Architects)

Umut Başbuğ (Architect / Studio Evren Başbuğ Architects)

Öykü Kocaman (Landscape Architect / TEGET)

Ebru Bingöl (Landscape Architect)

Yeşim Demir (Visual Communication Designer)

Meriç Kara (Designer)

Naci Barış Arı (Visual Communication Designer)

Can Özcan (Architect / Studio Evren Başbuğ Architects)

Dilşad Kurtoğlu (Architect)

Özlem Arvas (Architect / TH&İDİL Architects)

Setenay Akarslan (Visual Communication Designer)

Yiğit Yalgın (Architect / TEGET)

Mert Velipaşaoğlu (Architect / TEGET)

Tuberk Altuntaş (Architect / TEGET)

Müge Halıcı (Architect / TEGET)

Didem Uraler (Visual Communication Designer)

Elif Ayalp (Designer, Lighting Expert / Planlux Architectural Lighting)

Pelin Akkaya (Undergraduate Student)

Güneş Güllaç (Undergraduate Student)


Consultants:

Assoc. Prof. Güven İncirlioğlu (Architect, Artist)

Sedat Kalem (Forest Engineer, Wild Life Preservation Expert / WWF)

Robert Paul McMillen (Communications Expert / İyi Şeyler Publishing and Production)

Füsun Gençsü (Communications Expert / İyi Şeyler Publishing and Production)

Korhan Şişman (Interior Architect, Lighting Expert / Planlux Architectural Lighting)


Gallipoli Peninsula Focus Areas

[ Text is only avaliable in Turkish ]


Ekolojik düşünce, ekoloji hakkındaki düşüncedir ama aynı zamanda kendisi ekolojik olan düşünme biçimidir... Ekolojik düşünce “insan zihninde” kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmaz. Bu, diğer varlıklarla, hayvanlarla, bitkilerle, yerküre ile karşılıklı bağlı olduğumuzu tam anlamıyla anlayacağımız bir süreç ve pratiktir. Nihayetinde demokrasi hakkında düşünmeyi içerir. Gerçek anlamda eşit varlıklar arasında gerçek anlamda demokratik bir buluşma neye benzer, bunu tahayyül edebilir miyiz?


The ecological thought is a thought about ecology, but it is also a thinking that is ecological... The ecological thought doesn’t just occur “in the mind.” It’s a practice and a process of becoming fully aware of how human beings are connected with other beings –animal, vegetable, or mineral. Ultimately, this includes thinking about democracy. What would a truly democratic encounter between truly equal beings look like, what would it be –can we imagine it?


Timothy Morton, The Ecological Thought


Terra firma


Anakara, sağlam toprak, denizin bittiği yer binlerce yıl biriktirdikleri ile bir höyüğü andırıyor.


terra firma, Gelibolu Yarımadasının uzun vadede şifaya kavuşması için öneriler getirirken şu sorulara cevap arıyor: Doğal (ve doğal olmayan) süreçler geri döndürülebilir mi? Doğal ortamın ve bitki örtüsünün bir orijini (veya ilksel hali) var mıdır? Toprağa yapılan hangi müdahaleler kabul edilebilir? Geniş anlamda Gelibolu Yarımadası, ve bu bağlamda daraltılmış Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı sosyal ve ekolojik olarak tehdit altında mıdır? İnsan ömrü, belleği ve muhayyilesi bu toprak parçasını hangi haliyle içselleştirebilir? Savaş gibi insani bir felaketin izleri bir yandan anımsanıp diğer yandan nasıl dönüştürülebilir? İnsani ve ekolojik yaraları, zafer ve bozgun’u, korku ve cesaret’i, bellek ve unutma’yı, ikilikler/karşıtlıklar olarak düşünmek durumunda mıyız?


İzlenimler


Yarımadaya yaptığımız geziler ve yararlandığımız kaynaklar aracılığı ile Gelibolu’daki mevcut duruma ilişkin izlenimler, bir sonraki bölümde detaylandıracağımız genel yaklaşım konusunda aydınlatıcı olacaktır diye düşünüyoruz.


Bu gözlemlerin ilki, savaşın ve kayıpların anmasının, izlediğimiz ritüeller ve ziyaretçi davranışı aracılığı ile açığa çıkışına dair. Türkiyelilerin ve 1915 yılında Gelibolu’da savaşan İngiliz Milletler Topluluğu vatandaşlarının bugün savaş alanına bakışları birbirinden oldukça farklı görünüyor. Bu farkın sadece kazanan/kaybeden taraflar aracılığı ile açıklanamayacağını, temelinde kültürel bir fark olduğunu düşünmek gerekir diye varsayıyoruz. Türkiyelilerin, hem büyük bir zaferin sahibi, hem de topraklarını savunmak zorunda kalan mağdur ulus olarak birbirini pekiştiren gurur ve hoşnutsuzluğunu sezmek mümkün. Bunun üzerine şahadetin ve şehitleri anmanın İslami referansları eklendiğinde, savaşın anısının ‘biz ve onlar’ ikilemine kilitlenmeye müsait olduğunu, bunun da Türkiye’de farklı bağlamlarda ideolojik olarak kullanıldığını ve sömürüldüğünü söylemek mümkün görünüyor. Yani toplu ziyaretçilerin önemli bir kısmı için biraz ‘vatan toprağı’ biraz da ‘türbe’ vazifesi gören Gelibolu yarımadası, bugünkü fiziki altyapısı, anlatıları, anıtları ve şehitlikleri ile halklar/torunlar arasındaki etkileşimden ve karşılaşmalardan çok ayrışmayı önerir gibi görünüyor.


Bu durum aynı zamanda Gelibolu gezisinde karşılaştığımız bir çeşit ‘empati eksikliği’ni de açıklayabilir. Türkiyeli ziyaretçilerin ‘yabancı’ anıtlara ve şehitliklere duyduğu ilgisizlik, savaşın şiddetine ve savaşan tarafların beraber yaşadığı trajediye duyduğu mesafe, meseleyi bir kahramanlık destanı olarak bir tarafın hanesine yazmaya uygun bir dünya görüşünü ortaya koyuyor. Yüz yıl aradan sonra konuyu toptan bir kıyım olarak ele almakta zorlanan bu dünya görüşünün, sıklıkla vurgulanan ‘barış parkı’ söylemini harekete geçirmesi oldukça şüpheli görünüyor. Arkeolojik ve tarihi mekânlarda geçmişin canlı-cansız figürler aracılığı ile canlandırılması her ne kadar bilgilendirmeyi amaçlıyorsa da, kişinin tahayyülüne pek de alan açamayan bu uygulamalar ve bunların bazı örnekleri problemli konular olarak karşımızda duruyor. Savaş alanındaki ‘canlandırma’ konusunda ise antik dünyanın zafer anıtlarından Avrupa resmine kadar binlerle yıl boyunca izlenecek örnekler mevcut. Gelibolu’daki bazı uygulamaların hayal gücünü sekteye uğrattığını, savaş alanı arkeolojisinin gerçek nesneleri arasında ete kemiğe bürünmüş figürlerin, ses ve görüntü efektlerinin ve bazı odak noktalarına ait maketlerin yabancılaştırıcı bir etkisi olduğunu, arzulanan bilgilendirme işlevinden uzak kaldığını gördük.


Geçmişi canlandırmanın bir başka yolu olarak tarih yazımı ve anlatıların da Gelibolu’da ortaya çıktığı şekliyle kendine ait problemleri olduğunu gözlemledik. Özellikle Avrupa’da savaş tarihi üzerine çalışan ‘askeri tarihçi’ geleneği uzun geçmişe sahip görünüyor. Çanakkale Savaşı üzerine çalışan tarihçiler arasında en bilinenlerden bir tanesi olarak Peter Hart (Defeat at Gallipoli, Pan Books, London 1995) Gelibolu’daki savaş taktikleri, stratejiler ve bunların İngiliz hükümeti ve bakanlar ile olan ilişkisi üzerine uzun tretmanlar yazıp, yüksek askeri kariyerlerin nasıl bir anda yerle bir olduğunu veya askeri dehaların (Mustafa Kemal gibi) nasıl ortaya çıktığını belgeliyor. Bu bağlamdaki ‘muharebe tasvirleri’ ise bize göre profesyonel bir askeri dili ve söylemi yeniden üreterek Gelibolu’da yaşanan yıkım ve travmayı farklı yönlere doğru çekiştiriyor. Bunu bir açmaz durum olarak gözlemledik. Bir yandan yarımadada lokasyon olarak en şiddetli çarpışmaların ve feda edilen hayatların etrafında şekillenen odak noktalarını ve bunların hepsinin kendine özel öykülerini aktarmak gerekiyor. Öte yandan da bunu yaparken soğuk bir savaş dilini kullanmamak, düşmanlığı körüklememek ve herşeyden önemlisi bu mekânların esas işlevini, sükûnetini, anısını ve amacını da boğuntuya getirip rol çalmamak gerekiyor. Gözlediğimiz kadarıyla yukarıdaki gibi kaynaklarda çokça başvurulan belgeler arasında savaşın dehşeti ile ilk olarak karşılaşan askerlerin yazdığı günlükler ve anılar daha etkileyici.


İzlediğimiz bir başka uyuşmazlık ise ziyaretin, bilgilenmenin ve anımsamanın süresi ile yarımadanın fiziksel koşulları, yolculuk mesafeleri ve çok özel bir doğal ortamı anlamak arasında görünüyor. Özellikle ilkbaharda, Gelibolu yarımadasını Türkiye’nin uzak köşelerinden otobüslerle gelip günübirlik ziyaret edenlerin oldukça hızlandırılmış gezileri, tüketim turizminin paket turlarını andırıyor. Böylesi bir vakit darlığı içinde hızlı hızlı gezilen anıt ve şehitliklerde ve (bazen) büyük kalabalıkların arasında, hem kolektif bir anma hem de içe dönük bir yas hissiyatı araya gidiyor diye düşünüyoruz. Bu anlamda hatırlama, çekilen fotoğraflara ve satın alınan hediyeliklere havale ediliyor.


Bağlam ve Yaklaşım



Uzak ve Tarihsel Geçmiş


Troya’dan, Homeros’tan, İskender’den ve Çanakkale Savaşı’ndan önce jeolojik zaman vardı. Bu öneriyi hazırladığımız sırada Gökçeada açıklarında meydana gelen şiddetli deprem, yerkabuğunun altındaki milyonlarca yıllık bir sürecin hala daha devam ettiğini bize hatırlattı. Bu anlamda harita üzerindeki yarımada siluetini, aslında ucundan bağlandığı Trakya’dan kopmak isteyen bağımsız, öznel bir dünya parçası olarak görmek mümkün. Ancak bu jeolojik zamanı biraz olsun insani boyutlarda algılayabilmemiz için biraz daha yakınlaştırmak gerekiyor.


Gelibolu Yarımadası Avrupa’nın bittiği yerdir. Bu coğraf-kültürel tanım (ve klişe) aslında jeolojik, ve bizim için ondan da önemlisi doğa’nın zamanına ilişkin bir ayrışmaya işaret ediyor. Bir doğal engel olarak Çanakkale boğazı, Gelibolu Yarımadasının ekolojisini, canlı türlerini ve klimasını ayrıştırıyor. Bu anlamda kendi içinde bütünlüğü olan bir kara parçası olarak yarımada, topoğrafyası ile de karşısındaki karanın geniş düzlüklerinden, Troya’nın alüvyonlu ovasından, nehir deltalarından, uzaktaki yumuşak sırtlardan ayrılıyor. Yüz yıl önce savaşan tarafların belleğine en ince detayları ile yazılmış bu topoğrafya, sırtları, vadileri, düzlükleri, tepeleri, ağaçları ve makilikleri ile teker teker isimlendirilmiş, artık ulus-ötesi bir karakter kazanmış, ete kemiğe bürünmüş bir küçük kara parçası olarak karşımızda duruyor. Dünyada bu kadar ince detaylanmış, isimlendirilmiş ve belleklere kazınmış, yoğunlaşmış bir kara parçası daha olamayacağını varsayıyoruz. Öte yandan savaş dışındaki doğal ve insani süreçlerin de buradaki ekosistemi dönüştürdüğünü, binyıllardır işlenen Anadolu toprağının son yüz yıl içinde büyük tahribat görmese de şifa bulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu görüşümüz, son yıllarda Gelibolu’nun hatırasına gösterilen yoğun ilgi ve artan ziyaretçi mevcudiyeti ile pekişiyor.


Jeolojik ve yaşamsal süreçleri kat edip tarihsel zamanlara geldiğimizde de geniş anlamda Çanakkale bölgesinin ve Gelibolu’nun beşeri coğrafya içinde kilit bir konumda olduğunu görmek gerekir. Ortadoğu ve Anadolu’nun her bölgesinde olduğu gibi burada da tarihöncesi yerleşimlerin var olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz şekliyle tarımın Verimli Hilal’de yaklaşık 12.000 yıl önce başlayarak yılda ortalama bir kilometre hızla Avrupa’ya doğru yayıldığını varsayarak (Clive Ponting: Dünyanın Yeşil Tarihi, Sabancı Ün. Yay., İstanbul, 2000) Anadolu’nun batı ucunda en erken zamanlardan beri insan yerleşimlerinin varlığını kabul ediyoruz. Böylesi bir geçmişe bugünden baktığımızda Anadolu’nun kadim halklarından bu coğrafyayı ödünç aldığımızı, bu anlamda da bu topraklarla olan bağımızı her şeyden önce kişisel/toplu mülkiyet kavramlarının dışında kurmamız gerektiğini, artık yurtseverliğin milli hissiyatların ötesinde doğa, canlılar, toprak, su, hava ile kurduğumuz ilişkiye işaret etmesi gerektiğini düşünüyoruz. “Ekolojik Düşünce” de bu tespitimizi doğruluyor.


Edward Said, “Oryantalizm”de ‘Doğu ve Batı’ bilincinin izlerini Homeros’a kadar sürerken metinlerden (ve destanlardan) yararlanıyordu (Edward Said: Orientalism, Routledge & Kegan Paul, London, 1978). Böylesi kurgusal bir ayrışmanın söylemini, metinlerini, tavırlarını, ötekileştirme gücünü, ve hegemonya kabiliyetini günümüze kadar inceleyen Said, bize bu bölge ile ilgili önemli ipuçları veriyor. Troya’nın bir ‘yer’ olarak imlediği kültürel kırılma, Çanakkale ve Gelibolu’nun jeolojik, coğrafi ve ekolojik verileri ile de örtüşüyor. Bilincin bu topyekûn ayrışması bizim açımızdan her ne kadar kurgusal ve kullanılamaz ise de bu toprakların üzerindeki hasleti ve insani trajedileri bir nebze olsun açıklamaya yardımcı oluyor, Abide’nin yanında durup da karşıya, ovaya, Bozcaada’ya doğru baktığımızda doğal olduğu kadar insani bir manzaranın ve yıkım hissinin de bizi kavradığını hissedebiliyoruz. Aynı Conkbayırı’ndan aşağıya bakarken hissettiğimiz gibi.


Öte yandan Troya’dan başlayıp Makedonyalı İskender’i, Roma’yı, Bizans’ı ve boğazı geçerek yeni bir kıtaya ayak basan Osmanoğulları’nı da içine alacak şekilde yazılacak coğrafi-askeri-stratejik bir Çanakkale tarihi anlatısı, yarımadanın gelecek kurgusunu planlamak açısından yeterli görünmüyor. Ancak arkeolojiyi içeren bir ‘maddi tarih’ (material history) Anadolu’nun olduğu gibi bu bölgenin de açımlanmasında en büyük öneme sahip. Bir doğa parçası olarak Gelibolu Yarımadasının geçirdiği dönüşümleri anlamak üzere insan eliyle üretilen nesnelerin yanında insanların etkilediği ve biçimlediği doğanın, tarım rejimlerinin, ürünlerin ve canlıların arkeolojisine eğilmek gerekiyor. Bu bakımdan yarımadanın kendisini bir höyük olarak varsaymak mümkün görünüyor. Gelibolu’daki savaşa yüz yıl sonrasından bakıyoruz, Homeros’un yazdıklarına 2800 yıl aradan sonra, Troya’da olan bitene ise 3200 yıl sonrasından. Yani, arkeolojik katmanların en üstünde Çanakkale savaşının izleri varsa da aşağıya doğru indikçe Anadolu’nun kadim halklarının varlığı ile karşılaşıyoruz. Bunun yanında bu höyüğün altında gizlediği geçmişi ve anlamları insan tahayyülüne bırakıp toprağı kazmadan ulaşılabilecek bir çeşit arkeolojik bilgiyi hedeflemek gerekir diye düşünüyoruz. Böylesi bir arkeolojik alandaki restorasyon çalışması ise doğanın iyileştirilmesini içeriyor.


Savaşın Coğrafyası


Stratejik-askeri bir tahlile girmeden, bu özgün savaşın yarımadanın doğal nitelikleri ile nasıl sıkıca bir bağ kurduğuna biraz daha eğilmek gerekir. Savaşın kaderini belirleyen topoğrafyanın yanına bitki örtüsü ve diğer coğrafi özellikler eklendiğinde tarih içinde tekil bir örnekle karşı karşıyayız. Savaşın en başta Çanakkale boğazından geçmek üzere bir deniz harekâtı olarak başladığını ve hesapta olmayan bir biçimde karaya sıçradığını biliyoruz. Bu anlamda mevcut şartlar konusunda çok az bilgisi olan askeri güç, kısıtlı bir alanda çok yakın mücadele ve aralıklı muharebeler ile ilerlemeye uğraşmıştır.


Yarımadanın bütün doğal bileşenleri ise bu işgal kuvvetlerinin aleyhine çalışmış, su kaynakları, bitki örtüsü, topoğrafya ve iklim şartları, en az askeri stratejiler kadar savaşın sonucunun belirleyicisi olmuştur. Savaşan askerlerin yazdıklarında siper için kazılamayacak kadar sert topraktan milyonlarca sineğe, suyun olmadığı bir hijyenik düzenden salgın hastalıklara, aşırı sıcağa ve aynı zamanda soğuk ve kar yağışına kadar her türlü engel ve yıldırıcı etken not edilmiştir. Deniz ile tepedeki düşman arasına sıkışan bu askerlerin muharebe dışındaki günlük yaşamları, savaştan arta kalan yüzlerce fotoğrafta ve az sayıdaki film parçasında ortaya çıkıyor. Bu şartlar karşısında çaresizlik duygusunu savaşan her iki tarafın da derinden hissettiğini tahmin edebiliriz. Bütün bu anlatıları içinde barındıran bir tanık olarak Gelibolu yarımadasının doğal özellikleri, kendisine birçok yönden benzeyen Ege’nin kıyılarına kıyasla farklı görünüyor, insan yaşamı ve trajediler ile belirlenen beşeri coğrafya, doğaya nasıl bakacağımızı da öngörüyor.


Ziyaret ve Anma’nın Niteliği


Türkiye’deki yaklaşık 40 tane milli park arasında ‘tarihi’ sıfatını alan birkaç tanesinden biri olan Gelibolu yarımadası Türkiye kamuoyunda (ve dünya literatüründe, ör. Gallipoli Campaign) Çanakkale savaşı ile beraber anılıyor. Aradan geçen yüz yıl, savaşın izlerini silmediği gibi, yukarıda bahsedilen topografk ve doğal özellikler, savaş anlatısı, destansı öyküler, anekdotlar ve resmi ve kişisel tarih ile birbirinden ayrılmaz bir sarmal oluşturuyor. Bunun en önemli sebebi, yarımadaya (ve de özellikle muharebe alanlarına) yüz yıldır çok az müdahale edilmesi. Bunu T.C. hükümetlerinin ve Lozan’ın bir başarısı olarak görmek gerekir. Öte yandan bu bağlamda uzak geleceğe baktığımızda, GYTMP’nin anıtsal bir mezarlık/şehitlik olmaktan çıkıp Anadolu’daki diğer höyükleri andıran dokunulmaz (ve kutsal) bir doğa parçasına evrileceğini öngörmek mümkün. Bu öngörü, burada savaşan bütün tarafarın, savaşın ve ölenlerin anısını, bunların yasını tutan torunlarını incitmek anlamına gelmiyor. Ancak bu anmanın niteliğini dönüştürmek üzere adımlar atılması gerektiğini düşünüyoruz.


Bu adımların en önemlisi, buradaki anma ve hatırlamanın nesnesi olarak arada sırada beliren savaş araçları ve bunların özellikle Türkiye toplumunda ortaya çıkmasına aracı oldukları ‘silah fetişizmi’ni engellemeye çalışmak. Yani, Gelibolu yarımadasındaki anmanın ve yas tutmanın sivilleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir savaş alanında bunu gerçekleştirmek üzere farklı bir düzeni oluşturmak çok kolay olmasa da fiziki tasarımın bunu çözmeğe talip olacağını varsayıyoruz. Aynı zamanda bu anmanın dini referansları ve tezahürlerinin de bireylerin kendisine dönük, etrafına saygılı ve diğerkâm olması, bahsedilen sivilleşmenin bir başka ayağı gibi görünüyor.


Bu anlamda toplumsal hafızanın harekete geçirdiği kayıp, yas ve minnet hislerinin yöneleceği ve odaklanacağı fiziki bir çevrenin, bireye tefekkür alanı açabilmesi gerekiyor.


Hatırlama süreçlerinin varoluşu gereği her birey için kendine özgü ve zihinsel anlamda özgür olduğunu düşünebiliriz. Her hatırlama süreci eski bir deneyimi yeniden üretilmiş başka bir deneyime dönüştürüyor. Bu sebepledir ki bellek hiçbir zaman kalıcı, sabit veya değişmez olmuyor. Her hatırlama sürecinin sonucunda oluşanın yeni bir anı ve dolayısıyla yeni bir bellek olduğunu varsayabiliriz. Belleğin gerçek geçmişle kurduğu bu muğlak ilişki ve ortak bir biçimde birden fazla kişi tarafından paylaşılması, yani ‘kolektif,’ ‘kültürel’ ya da ‘toplumsal’ olması durumunda da değişmiyor.


Bunların yanında GYTMP’nin önceden öngörülen işlevi konusunun, yukarıdakiler ile beraber bir bağlama oturması gerekir diye düşünüyoruz. 1997 yarışması ve sonrasında önerilen UDGP başlığında yer alan “Barış Parkı” ibaresinin mevcut durumda yeterince tutunamadığını, bu ismin Türkiye’de diğer önerilen yer isimlerinin önemli bir kısmı gibi pek de kabul görmediğini, benzer diğer isimler gibi içinin pek de doldurulamadığını kabul etmek gerekir. Havada yüzen ve yarımada içinde tutunacak bir yer bulamayan ‘barış’ kavramı, iyi niyetli ama muhatabını arayan oldukça şekilci bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. Bu kavramın içini doldurmak üzere çıkılan yolda savaşın anısının, dehşetinin ve trajedisinin izlerini ortadan kaldırmadan, yaşamı ve doğayı kutsayan, düşmanlık dilini ve militarist terminolojiyi ise yarımadadan tasfiye etmeyi amaçlayan bir süreci başlatmak gerekir. Bu barış dili Mustafa Kemal tarafından doksan yıl önce başlatıldıysa da gerisinin getirilemediğini kabul etmek lazımdır. Öte yandan IUCN (The World Conservation Union) tarafından tarifenen ‘Peace Park’ (Barış Parkı) kavramı, biyolojik çeşitliliğin korunması ve bakımını da gözettiği için Gelibolu yarımadasına uygun düşmekte. 1997 yarışması şartnamesinde öne çıkan bu isim, barışın yanında “empati, uyum, höşgörü ve doğa ile barış” gibi kavramları da ortaya atıyor (Ahenk Yılmaz, Architectural Memorialization of War: Ars Memoriae and the Landscape of Gallipoli Battles, yayınlanmamış doktora tezi, İYTE, 2008).


Kimlik ve Aidiyet


Gelibolu yarımadasına bütüncül olarak yaklaşmanın anahtar kavramlarından birinin ‘ev sahipliği’ olduğunu söyleyebiliriz. Ev sahipliğinin öznesi de birincil olarak bu yarımadada yaşayanlar, kurumsal olarak GYTMP, ve en geniş anlamıyla da Türkiyeli’ler olarak düşünülmeli diye varsayıyoruz. Ulusal aidiyeti ve bu kimliğin geçmişini aşındırmadan, ancak milliyetçi ve şoven hissiyatı dışlayarak oluşabilecek böylesi bir özneyi varsaymak, tasarım ve uzun vadeli bir planlamaya da öncülük edebilir diye düşünüyoruz.

Misafirperverlik ise sadece buraya anmaya gelen Avustralya, Yeni Zelanda, İngiliz ve diğer ulus mensuplarını ağırlamak değil, aynı zamanda Türkiyeli’lere de çok özel bir yere geldiklerini hatırlatmak olarak algılanmalı.


Yarımada’nın ulusal kimliğini her fırsatta ve ne pahasına olursa olsun vurgulamanın taraftarı değiliz. Bu konuda da Dünya Savaşı’ndan yüz yıl sonra Batı Avrupa’ya bakmak öğretici olabilir. Batı Cephesi’indeki siper savaşlarının anısı, milli ve hasmane bir duygudan çok milyonlarca gencin kaybı ve bu acının edebi metinlerde, sinemada ve belgesellerdeki temsili aracılığı ile kitlelere ulaşıyor. Her ne kadar benzer duygulanımları farklı coğrafyalarda birbirine çatıştırmasak da aradan geçen yüz yıl ve dört neslin sonunda geçmişine bakanlar değişir, geçmiş farklı anlamlar yüklenir diye varsayıyoruz. Bugün yüz yıllık büyük bir zaferi hamaset ve edebi anlatılarla tekrar tekrar yeniden üretmek ise patolojik bir durumdur diye düşünebiliriz.


Ekolojik Bağlam, Ekoloji, Ekonomi


Önemli Doğa Alanı olarak belirlenen Gelibolu yarımadası (Güven Eken, Murat Bozdoğan, Süreyya İsfendiyaroğlu, Dicle Tuba Kılıç, Yıldıray Lise: Türkiye’nin Önemli Doğa Alanları, Doğa Derneği: Ankara, 2006) endemik bitki türlerine, soyu tehdit altında olan hayvanlara, Çanakkale Boğazı gibi dünyanın en önemli su yollarından birinden geçen farklı deniz canlılarına ve bazı kuş türlerinin göç yollarındaki sulak alanlara ve habitatlara ev sahipliği yapıyor. Yukarıda kısaca bahsedilen ve beşeri tarih içinde temsil imkânı bulamamış, envanteri tutulamamış bu yaşam türleri, toprağa düşmüş askerler kadar önemsenmeyi hakediyor diye varsayabiliriz. Öte yandan yine aynı kaynakta Anadolu’nun birçok bölgesinin ve neredeyse tüm Ege kıyılarının kesintisiz bir biçimde birbirine eklenerek uzayan Önemli Doğa Alanları’ndan oluştuğunu görmek mümkün. Bunun yanında siyasi gerilimin en önemli kaynağının, yaşam alanlarına her durumda müdahale eden ekonomik politikalar ile bu alanları savunmaya kararlı yerel direniş odakları arasındaki mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin şansı, doğal çevrenin kayıt altına alınması ve korunması üzerine yoğun olarak çalışan STK’ların varlığı, bunların uluslararası alandaki temsili ve etkin konumu gibi görünüyor. Bu bağlamda Gelibolu yarımadası, milli-manevi anısı ile neo-liberal (ve muhafazakar) politikaların müdahale alanının şu an için dışında kalsa da gelecekte çeperlerinden doğru baskı altında kalacaktır diye varsayıyoruz. GYTMP için uygun olduğunu düşündüğümüz Birleşmiş Milletler koruma kategorilerinin (ör. Biyosfer Reserv Alanı), Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, tarafsız bir hukuk ve ilgili tarafların iyi niyeti ile sürdürülebileceğini öngörüyoruz.


Not : C / Proje Konsepti (Yarımada Ölçeğinde Öneriler, Odak Alanlara Dair Öneriler / Prensip Kararlar) ve D / Tasarım Rehberi için PDF belge
























































196 views0 comments
bottom of page